Türkiye’de faiz oranları özellikle son on yılda en çok tartışılan iktisadi konuların başında gelmektedir. TCMB’nin faiz belirleyeceği PPK toplantıları günler öncesinden heyecan yaratır; adeta bir milli maç havasında toplantıdan çıkan oran beklenir ve sonrasında günlerce tartışılır. Başka bir ülkede sıradan vatandaşların hiç ilgisini çekmeyen, teknik bir konu, bizim ülkemizde kahvehanelerde ve berber salonlarında en önemli gündem konusudur. Bu konuya vatandaşın bu kadar ilgi duymasının temel nedeni artık herkesin bildiği gibi, döviz kuru ile yakından ilgisinin olmasıdır. Özellikle 2021 yılı Aralık ayına kadar, TCMB’nin her faiz düşürmesinde döviz kuru sert artış tepkisi vermiş, sürecin bu şekilde devam edeceğinin deklare edilmesiyle vatandaşlar büyük oranda tasarruflarını dövize çevirmiştir. 20 Aralık 2021’de Kur Korumalı Mevduat enstrümanın piyasada karşılık bulmasıyla ve dövize TCMB’nin müdahalesiyle birlikte faiz oranları ile kur arasındaki korelasyon oldukça zayıflamıştır.7 Kasım 2020 ile 20 Mart 2021 tarihleri arasında 132 günlük TCMB başkanlığı yapan Naci Ağbal’dan, son seçimlerden sonra yeni ekonomi yönetimi göreve gelene kadar politika faizi yüzde 19’lardan, yüzde 8 seviyelerine düşürülmüştür. Düşük faiz oranlarının savunulmasının temel argümanı, ilk önce kur artışlarının, ihracatı artırıp cari açığın azalmasını sağlayarak rekabetçi bir ekonomiye sahip olma hedefi iken, kurdaki artışların fiyatları artırmasıyla beraber halkta oluşan hoşnutsuzluk bu argümanın terk edilmesini ve dövize müdahaleleri beraberinde getirmiştir. Bu argümanın yerini "büyüme ve istihdam” için düşük faiz argümanı almıştır.Burada adeta bir laboratuvar ortamındaki gibi bu tür bir düşük faizin halka etkilerini irdeleyebiliriz. Her şeyden önce dövizdeki artışların önüne geçmek için ciddi bir rezerv harcanması gerekmiştir. İkinci etki kredilerdeki ucuzluk tüketim harcamalarını ve ithalattaki artırarak bir iç ve dış tasarruf sorununu ortaya çıkarmıştır. Gayrimenkul (ve hatta otomobil) gibi alternatif yatırım araçlarında aşırı derecede fiyat artışları gerçekleşmiştir. Bütün bunların yanı sıra ve belki de en önemlisi gelir dağılımındaki adalet bozulmuştur. Toplam gelir içinde firmaların kar payları oransal olarak artarken, ücretlerin payı giderek azalmıştır.Düşük faiz oranlarının gelir dağılımına ve servetteki eşitsizliğine etkisini görmek için 100 bin TL parası olan ve 10 bin TL parası olan iki vatandaş düşünelim. Bu iki vatandaş yatırım için kredi çekmek istediklerinde ve bankaların kredi limitini gelirlerinin yarısı olarak belirlediklerinde, birinci vatandaş 50 bin TL, ikinci vatandaş ise 5 bin TL kredi çekebilecektir. Enflasyonist ortamda yüzde yüz getirisi olan bir alanda (örneğin borsa gibi) yatırımlar değerlendiğinde, birinci vatandaşın getirisi, ikincinin 10 katı fazla olacaktır. Bunun yanı sıra halkın çok büyük kısmı kredi çekebilecek ekonomik gelire dahi sahip değildir. Bu da doğal olarak aradaki servet/refah farkının açılması anlamına gelmektedir. Peki, yüksek faiz oranında da aynı mantık geçerli olmaz mı? Birincisi yüksek faiz ortamında yatırımların getirisi bu derece yüksek olamamaktadır. İkinci olarak kredi çekme maliyetleri arttığında vatandaşların kullanmak isteyeceği krediler de azalacaktır. Bu da yatırımların daha verimli ve dengeli alanlara kaymasına neden olmaktadır. Benzer etkiler firmalar arasındaki rekabette de görülür. Düşük faiz ortamında büyük firmalar küçüklerin aleyhine güçlerini artırırlar ve piyasalar daha tekelci bir yapıya ivmelenerek tüketicilerin aleyhinde fiyat artışlarına sebep olurlar.