Hemen her sabah balkona konup, yemek vermemiz için bas bariton sesleriyle bar bar bağırdıklarında bilirim ki, saat sabahın 6’sı civarıdır. Bembeyaz tüyleri ve yarım metreye yakın boylarıyla kocaman bir çift kakadu (cockatoo) papağanı… Biz Türkiye’de iken torunlar Maya ve Roman alıştırmışlar… Yemekleri mi? Ekmek dilimi, tuzlu ya da tatlı bisküvi… Daha kokusunu aldıklarında heyecanlanır, kocaman sarı sorguçlarını diker, pençesiyle kavradığı ekmek ya da bisküviyi küçük parçalar halinde kopararak karşımızda kıtır kıtır yerler… Bu sabah baktım yalnız gelmiş. Eşi yanında değil. Şaşırdım. (Kakadular ortalama 70 yıl olan ömürlerini tek eş ile geçirirler.) Ekmeğini aldığı gibi, bir parça dahi koparmadan uçtu. Az sonra indiği yerde eşini gördüm.Aksayarak paytak paytak yürümeye çabalıyordu.Sanırım ayağından yaralanmıştı… Elindeki ekmeği hiç dokunmadan sakatlanan eşine verdi. Seslenerek yeniden çağırdım, bir dilim daha verdim.Yeniden hemen eşinin yanına uçtu. Yemeklerini bitirdiklerinde kocaman keskin, kıvrık gagalarıyla birbirlerine uzun uzun dokunup, kendilerince öpüşüp koklaştılar; ardından da karşılıklı olarak birbirlerinin tüylerini temizlemeye koyuldular… Duygulandım… Çocukluğumun bir bölümü Bolu-Mengen’in merkeze çok yakın bir Türkmen köyünde geçti. Köyde yaşam zordur. Bu zorluğun altından ancak dayanışarak kalkabiliyor, yaşamı kolaylaştırabiliyorlardı. Köyün alt yapı çalışmaları, su getirme; köy evi, cami ya da okul yapımı gibi hepsini ilgilendiren, ortak malları olan işlerdeki dayanışma bir yana; kendi işlerinde de el ele, sırt sırta verirlerdi. Ekinlerini sırayla ortak biçtiklerine de, harmanı birlikte kaldırdıklarına da tanık oldum. İmece yaşamlarının parçasıydı. Bu da onların birlik ve dayanışmayla karşılıklı bağımlılıklarını, duygusal bağlarını pekiştiriyordu. Köyün tüm hayvanları köy meydanında toplanır, köydeki her ev sırayla hayvanları otlamaya götürürdü. Keşik… Babaannemin, öğle yemeğim olarak(bazlamaya sarılmış kaygana ya da haşlanmış yumurta, peynir vb.)sarıp belime doladığı peştemalla ben de az keşik gütmedim. Hatta çamaşırlar bile, dere kenarındaki karadam’da dayanışarak yıkanırdı. Bayramlarda birkaç köy bir araya gelir, birlikte dayanışarak kutlayıp eğlenirlerdi. İzmir’de de ilk çocukluk günlerim, her odasının bir aileye barınak olduğu Mezarlıkbaşı’ndaki kocaman bir ‘Aile Evi’nde geçti. Yahudisi, Hristiyanı, Müslümanı acıyı da mutluluğu da paylaşarak yaşadık. Sonra… İzmir’in, şimdi kocaman bir semti olan Yeşilyurt’ta, ama o zamanların küçücük gecekondu mahallesi ‘Kara Fatma Dağı’ndaki ilk evimiz. Ne su, ne okul, ne otobüs!.. Karşımızda Kürt komşular Tacettin ve Faik ağabeyler, onların yanında Erzurum dadaşı Arif ağabey. Hemen karşı çaprazımızda, yerel giysilerini ölünceye kadar değiştirmeyen; inekleri, sığırları ve tavuklarıyla hepimizin süt, yumurta gereksimini karşılayan ve mahalleyi gübre ve hayvan dışkısı kokusuna boğan yörüklerimiz, hemen hepimizin korkuyla karışık saygıyla davrandığı Havva Abla ve kocası Bayram Abi. Sağ yanımızda Afrika kökenli Afro-Türk Arap Sait ağabey, onun bitişiğinde Tahtacı Türkmen Süleyman amcalar. Hemen solumuzda hemşehrimiz Türkmen Recep Dede, en zor günümüzde hepsini yanımızda bulurduk. En sevinçli günlerinde hep birlikte onlarla olurduk. Bir kez olsun komşu kavgasına tanık olmadım. Yazları, tuttuğumuz kamyon kasasına dolarak, deniz kıyılarına hep birlikte gider, güler oynardık. Çok şanslıymışım. Böyle bir çocukluğum oldu… AKP iktidarı bu ülkeye büyük zararlar verdi, veriyor. En acılarından biri de toplumu ötekileştirip ayrıştırması, kutuplaştırması. Toplumsal dayanışmaya vurulan set. Toplumun birbirine kenetlenmesi, yakınlaşması, yaralarını sarması, sorunlarının dayanışma ile azaltılmasına vurulan darbe. Dayanışmadan kastettiğim, vicdansal hayırseverlik değil. Onu yapan zaten yapıyor. Toplumun dayanışması, toplumun gönüllü parçası olma duygusu, omuz omuza verme. Birlikteliğin getirdiği bu güç yarınlarımızı aydınlatacaktır. Nasıldı Bertold Brecht’in güzelim dizeleri? “Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiçbirimiz…”