“Günler ağır…”(N.Hikmet) Yangın… Gazetecilere, aydınlara, halka yapılan zulüm… Hayat pahalılığı, artan yoksulluk… Eğitim’den sağlığa…ülkenin hali pür melali… Hele de hukuk. Hukuksuzluk… Bugün de genç teğmenlerin ordudan ihracı haberiyle başladık güne…(Avustralya ve Türkiye arasındaki saat farkı nedeniyle.) Bunalmamak mümkün mü?.. Nuran’la her sabah kalktığımızda, bir günü daha birlikte geçirecek olmanın mutluluğunu paylaşarak başlarız güne…Ardından; suyun hemen kıyısında, dalları ve yaprakları neredeyse yatak odamızın pencere camını yalayan can arkadaşıma, görkemli okaliptüs ağacına veririm ilk selamımı… İlk sohbet, hal hatır sorma, dertleşme onunla olur… O benim neredeyse 40 yıllık can arkadaşım… Bugün de öyle oldu… Moral verdi… “Bak, ben bu tuzlu suyun dibinde yıllardır ayaktayım. Ne badireler atlattığımın, korkunç fırtınalara nasıl dayandığımın sen tanığısın… Yeter ki diren… Zorlukları yenmenin, ayakta kalmanın tek yolu bu… İnanmak ve direnmek… Yaşam için mücadele etmek…” Teşekkür ettim. Gözlerimle öpüp kucakladım… Suyun karşı yakasında da arkadaşlarından oluşan yemyeşil kocaman bir koruluk… Can arkadaşımı ve karşı koruluktaki arkadaşlarını her gördüğümde çoklukla mırıldanırım: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Okaliptüs ağacını İzmir Narlıdere’de ilk görüp etkilendiğimde çocuktum. Bataklığı kurutmak için getirildiğini söylemişti rahmetli babam… Sonra Gökova… Aşıklar Yolu… Artık gencim… Hangimiz yolun iki kıyısında tüm görkemleri ile dizilmiş o okaliptüs ağaçlarının altından geçerken etkilenip duygulanmadı ki… O zamanlar.bir gün yolumun bu ağacın anavatanına, Avustralya’ya düşeceğini nereden bilebilirdim ki… Sıkıntıyla sordum can arkadaşıma: “Neden bu kötülükler?..” “İyilik de var…Gel bak…”dedi. Camdan dışarı baktım. İki balıkçı bizim ağacın altında, akşamdan suya bıraktıkları kirtili (balık tutmak için ince telden örülmüş yuvarlak sepet) çekiyorlardı. Sepetin içinden, 40 cm boylarında dört balık çıktı. Arkadaşına fotoğraf çektiren balıkçı, her bir balığı dudağından öperek, “bir dahaki sefere görüşmek üzere!..” deyip suya bıraktı… Balıklar hızla yüzüp uzaklaşırken balıkçılar da el salladılar… “Dur” dedim arkadaşıma, geliyorum…” Aşağı inip kucakladım arkadaşım okaliptüsü… Sohbeti koyulaştırdık. “Baban doğru söylemiş.”dedi. “Ama eksik söylemiş… Yalnız Narlıdere ve Gökova mı?… Ünlü yazarınız Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar”dediği Çukurova’da benim soydaşlarım sayesinde bu hale gelmedi mi?.. O bataklıklar verimli topraklar haline nasıl geldi sanıyorsun?.. Çukurova demek ‘sıtma’ demekti.Bu dertten kurtulmalarında da payımız büyük…” O yüzden mi size “Şifa Ağacı” diyorlar? diye sordum. “Yalnız o değil… Yağımız; astıma, bronşite iyi geliyor…Antibakteriyel özelliğimiz de var… 50 milyon yıldır birlikte yaşadığımız Aborijinlere sorsalardı ne çok şey öğrenirlerdi… Yaraları da tedavi ederiz… Ağrıları da dindiririz… Şimdi güzellik moda ya, kozmetikte de kullanıyorlar bizi…” “Ama, yağlı ağaç olmanız nedeniyle çabuk tutuşuyorsunuz…Avustralya’da bu kadar büyük orman yangınları olmasında sizin de payınız yok mu?..” “Doğru, o kadar ki yağın ağırlaştırdığı yapraklarımız ince dallarımızı aşağıya doğru eğerler… Çabuk yanarız ama başka ağaçlara da benzemeyiz; yangın sonrası kısa zamanda yeniden, taptaze doğuveririz…Tamamen yanmış orman birkaç yılda kendini yeniler, yangından iz bile kalmaz…” “Soydaşların bir yana, sen benim, bizim mutluluk kaynağımızsın can arkadaşım…”dedim. ‘’Niçin?’’ diye sordu… Niçini var mı? Ev sahipliği yapmadığın kuş mu var!.. Güvercinler sende… Magpie’ler sende…(Yavrulama döneminde yuvalarına yaklaşanlara saldırabilen, Avustralya’nın en asabi ama oylamalarda da en favori seçilen siyah beyaz renkli kuşu…) Bırak onu, her sabah sana tünemiş kakadu papağanlarının bağırtıları ile uyanmıyor muyuz?.. Akşamüstleri dallarındaki kookaburraların kahkahalarıyla neşelenmiyor muyuz?.. (Anavatanı Avustralya olan kahkaha kuşu… Hani İzmir’in ‘Yalı Çapkın’ı vardır ya… Onu alın, birkaç kat büyütün; başını, boynunu, karnını sarıya, sırtını kahverengiye boyayın, kuyruğuna da kızıl üzerine siyah şeritler çekin, al sana kookaburra… Önce bir kıkırdama sesi duyarsınız. Sonra gülmeye başlar…Ardından da gülme, bir kahkaha tufanına dönüşür ki durdur durdurabilirsen…) Ya içinde sarı tohumcuklar olan kırmızı-pembe çiçeklerin açtığı zaman… Bu çiçeklere bayılan ve seni renklendiren gökkuşağı papağanları… (Rainbow lorikeet) Seni; sarıdan kırmızıya, turuncudan yeşile.. Bir renk cümbüşüne dönüştürerek bize o güzelim zevki yaşatmıyorlar mı?… (Ahh! Bir de bizi ziyaretlerinde, yemek sonrası teşekkür yerine dışkılarını balkon camlarına boca edip bana temizlik işi çıkartmasalar!) Ya akşamları?.. Sincabından posumuna ev sahipliği yapmıyor musun?.. (Ahh!..Dışarıdan bakınca çok şirin, sevilesi görünen o posumlar!.. Nuran’ın özene bezene bakarak büyüttüğü balkondaki çiçeklere dadanıp çiçeklerini, dallarını kemirip onu kızdırmasalar!…) Daha ne olsun can arkadaşım! Sen bizim huzur ve mutluluk kaynağımızsın… Mutlandığını hissettim… Ama büyük bir alçakgönüllülük ve incelikle, tüm ağaçlar için aldı bu övgüyü… Yalnız biz okaliptüsler değil, tüm ağaçlar sizler için, insanlık için öyle değil mi?” diye sordu; yanıtını da yine kendisi verdi: Ne diyordu sizin atasözleriniz? “Beşikten mezara!..” Doğarsın, beşikle… Ölürsün yine bizimle uğurlanırsın son yolculuğa… Soluduğunuz oksijen de… Yemişiniz de… Odununuz, kerestenizde… Gölgeniz, sığınağınızda… Kağıdınız, kaleminiz, defter ve kitabınız da… Biz olmasak toprağınızı nasıl koruyacaksınız?… Eviniz, ülkeniz, gezegeniniz de… Doğumdan ölüme beraber değil miyiz? Biraz soluklandı, üzülme dedi… Her hukuksuzluğun, her baskıcı yönetimin sonu gelir, getirilir… Hangisi kalıcı oldu ki?.. Bir kez daha sarıldım ve sizin gibi dedim sizin gibi… Ve o güzelim dizeleri bir kez daha mırıldandım: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” (Davet-Nazım Hikmet)