Avrupa’nın iki büyük ve güçlü ekonomisi zor bir dönemden geçiyor. Daha önceki yazılarımızda Almanya’nın içinde bulunduğu siyasi kaos ile ilgili detaylı bilgilendirme yapmıştık. Dün gece itibariyle Almanya’ya, Fransa da katıldı ve Michel Barnier başbakanlığındaki hükümet yapılan güven oyu sonucunda hükümetten düşürüldü. Bu iki ülkede siyasi karmaşa ve istikrarsızlık yapısının tüm Avrupa’yı etkileyeceğini ve küresel ilişkilerde Avrupa’yı zor durumda bırakacağını söylemek yerinde olur. Önce Almanya’daki duruma tekrar yakından bakalım. Trump’ın seçim zaferinin hemen ardından, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un Maliye Bakanı Christian Lindner ile görüşmelerinden bir uzlaşı çıkmaması ve Scholz’un Lindner’i görevden almasıyla SPD, Yeşiller ve FDP’den oluşan koalisyonun çökmüştü. Bütün partiler erken seçim konusunda anlaşmış durumda ve erken seçimlerin 23 Şubat 2025 tarihinde yapılması planlanıyor. Ancak yine de bu konuda son karar Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier tarafından verilecek. Almanya'da seçim sistemine göre, güvenoyu alamayan bir başbakanın ardından, 21 gün içinde meclisin feshedilmesi ve 60 gün içinde seçime gidilmesi gerekiyor. 15 Ocak 2025’te yapılacak güven oylamasında ise Scholz’un güven oyu alması imkansız görünüyor. Fransa’da ise Michel Barnier, başbakanlık görevinde yalnızca üç ay kalabildi ve böylece Beşinci Cumhuriyet’in 1958’de kurulmasından bu yana en kısa süreli başbakanlık yapan isim oldu. Ayrıca bu olay Ulusal Meclis’in 1962’den bu yana ilk kez bir hükümeti düşürdüğü olay olarak tarihe geçti. Michel Barnier’in, Perşembe sabahı istifasını sunması ve Macron’un, Perşembe akşamı ulusa seslenişinde yeni başbakan adayını açıklaması bekleniyor. Ancak yeni başbakanın da işi zor görünüyor; çünkü Macron’un Ulusal Meclis’te çoğunluğu bulunmamakta. Yeni başbakan güven oyu alsa dahi yine bir azınlık hükümeti kurulacak ve bu da hükümetin uzun süreli olması ihtimalini düşürecek. Bu yönüyle Fransa’da da bir erken seçim ufukta belirmiş gibi duruyor. Bütün bu siyasi istikrarsızlıkların arkasında kuşkusuz Avrupa’nın büyük ekonomilerinin içinde bulundukları ekonomik zorluklar ve halkın bu zorluklar karşısında politikacıları duydukları güvensizlik bulunuyor. Son yıllarda büyüme oranları oldukça düşük seyretmiş hatta 2023 yılında Euro Bölgesi resesyona dahi girmiştir. 2000 ile 2009 yılları arasında ortalama %5,1'lik büyüme oranlarına ulaşıldığı düşünülecek olursa son yıllardaki ekonomik durgunluğun boyutu daha da gözle görünür hale gelmektedir. Ayrıca 2021 yılından sonra yaşanan yüksek enflasyon dönemi Avrupalılar üzerinde önemli bir şok ve memnuniyetsizlik yaratmıştır. Gerek ABD’de Trump’ın zaferi gerekse de Avrupa’da hükümetlerin yıkılması arkasında en önemli faktörlerden birisi olarak yaşanan ekonomik sıkıntılar olarak görülmektedir. Fransa’da da hükümeti yıkan temel etken bütçe tartışmaları olmuştur. Barnier hükümetinin bütçe tasarısı, Fransa’nın bütçe açığını azaltmak amacıyla 60 milyar Euro vergi artışları ve çeşitli harcama kesintilerini içeriyordu ve bu durum muhalefetin halk kesimlerinin çıkarını korumak savıyla bir güven oylamasına dönüşebilmişti. Aynı şekilde Almanya’da da hükümeti düşüren temel sorun bütçe ve borçlar konularında koalisyon ortaklarının farklı tutumları olmuştu. Peki bütün bu kaotik ortamdan kimler kazançlı çıkacak? Kamuoyu yoklamalarına göre Almanya’da aşırı sağcı AfD ve Fransa’da Le Pen’in partisi bu durumdan en kazançlı çıkacak partiler olarak görünüyor. ABD'de Donald Trump'ın başarısını ve Avrupa'da aşırı sağ ve sol partilerin yükselişini temel olarak yüksek enflasyon ve zayıf ekonomik büyüme olarak görebiliriz. Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nde (IFW) yapılan bir çalışmaya göre Şubat ayında Almanya’da yapılacak seçimlerde aşırı sağ (AfD) ve aşırı sol (BSW)’nin oylarının yüzde ikisi bu ekonomik problemlerden kaynaklanacağı öngörülüyor. Avrupa’da yaşanan ekonomik sorunlar siyasi krizlere neden oluyor ve aşırı partiler güç kazanıyor. Bu da birbirini besleyen bir süreç olarak daha zayıf ekonomi-daha istikrarsız siyaseti beraberinde getiriyor. Her ne kadar yaşlı kıta ne kadar dirençli olduğunu ispatlasa da artık küresel rekabet güçleri çok farklı. Bu rekabet sürecinde Avrupa’nın daha da zayıflaması ise çok küçümsenmemesi gereken bir ihtimal olarak karşımız çıkıyor.