PKK’nın silah bırakması ve örgütü feshetmesi, Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan silahlı terör sorununun yeniden düşünülmesini ve değerlendirilmesini artık zorunlu hale getirmektedir. Bu durum, son 40 yılda pek çok kez yaşanan ve gerek tek taraflı gerekse 2015’teki gibi iki taraflı ateşkeslerin tekrarına benzer bir duruma benzese de, gerek ulusal gerekse uluslararası konjonktür yeni bir politika kümesini zorunlu kılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, kendilerini Kürt olarak kimliklendiren ve bu kimlik üzerinden siyasi ideolojilerini şekillendiren, ülkemizde ve güney sınırlarımızdaki ülkelerde önemli bir nüfus bulunmaktadır. Ülkemizde bu gruplar, her ne kadar önemli düzeyde siyasi ve ekonomik özgürlüklere sahip olsalar da, kimlik düzeyinde tatmin edici politikalarda biraz geç kalındığını söylemek mümkündür. Çağımızın en önemli dezavantajlarından biri, hem ülkemizde hem de küresel olarak kimlik siyasetinin temel yapı taşı haline gelmesi ve bu siyaset çerçevesinde grupların ideolojik olarak konumlanmasıdır. Bu dezavantajların ve medeniyetimize olumsuz etkilerinin başka bir yazıda değerlendirilmesini bir kenara bırakırsak, de facto olarak bu sorunun varlığına dair pragmatik değerlendirmeler üzerinden gitmek mümkün olacaktır. Her şeyden önce, ulusal politikalar çerçevesinde çözüm bulunması gereken bu sorun, maalesef yanlış dış politikalar nedeniyle artık ülkemiz için yalnızca ulusal bir mesele olmaktan çıkmıştır. Irak’ta resmen, Suriye’de ise fiilen siyasi ve askeri güce sahip olan Kürt gruplar, Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel sınırlarını çizmektedir. Dolayısıyla, bu gruplara karşı izlenecek politikalar, Türkiye’nin dış siyasetteki manevra alanını da etkileme potansiyeline sahiptir. Özellikle Trump yönetiminin ABD’nin küresel ortaklıklarında yeni bir dönem başlatması, hükümete bu konuda adım atma motivasyonu sağlamıştır. Eğer ABD bölgedeki etkinliğini azaltırsa, bölgedeki güç boşluğunu doldurma potansiyeline sahip iki ülke vardır: İran ve Türkiye. Kürtler, gerek etnik gerekse dil açısından İrani bir halk olduklarından, özellikle orta ve uzun vadede İran etkisine girmeleri muhtemeldir. Şu an böyle bir etkinin minimal olmasının tek nedeni, İran’ın uluslararası politikada yalnız kalması ve İran’daki teokratik rejimdir. Ancak bunun uzun sürmesi pek olası değildir. Türkiye’nin ise mezhepsel yakınlığı olsa da, Kürtlerle özellikle kimlik çerçevesinde uzun dönemli bir çatışma içinde olduğu görülmektedir. Bu durum, Kürt milliyetçilerinin gözünde Türkiye’yi en büyük düşman haline getirmektedir. Kimlik bazında bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa bile, bu düşmanlığın sona ermesi için kimlik bazında söylemler ve politikaların dışında da çok yol alınması gerekmektedir. Son 40 yılda silahlı terör mücadelesi, Kürt milliyetçilerinin yanı sıra Türk milliyetçilerinin de temel mihenk taşı olmuştur. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, HDP/DEM ile yapılabilecek bir koalisyon bile vatan hainliği ile eşdeğer tutulmuştur. Toplumda bu denli zıt bir bölünme, her iki tarafın da rasyonel politikalar üretebilmesinin önüne geçmiş ve çözümsüzlük, her iki taraf için de çözümden daha iyi bir seçenek haline gelmiştir. Bu çözümsüzlükte oluşan dengeyi bozmak, ancak çözümün getirilerinin artmasıyla mümkün olacaktır. Siyasette temel bir olgu olarak, ekonomik vaatlerle değil, duygusal hislerle sonuç almanın daha mümkün olduğu görülmektedir. Ekonomik vaatler, ancak gerçekleştikten sonra takdir görür. Gelecekteki ekonomik beklentiler, halk kitlelerini harekete geçirmek için yeterli değildir. Bugünden bir ivme kazanmak isteyen siyasi hareketler, önce ilkel duygulara hitap etmelidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kimlik siyasetinin en önemli dezavantajı da budur; ancak pragmatik bağlamda sürekli göz önünde bulundurulması gerekir. Tüm bu fırsatlar ve zorluklar içinde CHP, ana muhalefet partisi olması ve Cumhuriyetin temel taşı olarak görülmesi nedeniyle tarihi bir sorumluluk altındadır. Bu sürecin toplumsal ayrışmaları en az etkileyecek düzeyde gerçekleşmesi, CHP’nin tutumuna bağlıdır. Ancak muhtemeldir ki, bu durumdan en çok zarar gören de CHP olabilir. CHP, günümüzde yükselen Türk milliyetçiliği tarafından Kürt yanlısı olarak görülürken, Kürt milliyetçileri tarafından ise aşırı devletçi olarak algılanmaktadır. Eğer bu süreç iyi yönetilmezse, kazanan sadece aşırılıkçı partiler ve gruplar olacaktır. Böyle bir riskin olasılığı küçümsenmeyecek derecede büyüktür. Sürecin başarısı, topyekûn bir paradigma değişimine bağlıdır ve etnik kimliklerle bezeli bir tartışma yerine, bunun tam tersi olan “yerelleşme”/localization söylemlerine geçmekle mümkün olacaktır.